28 Ocak 2010 Perşembe

marc almond


nerden geldi aklıma..
uzun zamandır dinlememiştim..
yanlış hatırlamıyorsam, en son serdar'la, tuna doğduğundan beri, hatta benim hamileliğimden beri gidemeyip çok çoook özlediğimiz Sefahathane'de "Tainted Love" ı dinlemiştim.. ikimizin de çok sevmesine rağmen (sanırım 2 kere geldi istanbul'a) istanbul'da onu canlı canlı dinleyemedik.. bir daha gelir mi bilmem.. :((
onun sesini; güzel, akıcı, teatral ve melankolik diye tarif edebilirim sanırım..
örnek olarak koymak istedim ama myspace'de oldukça naif bir marc var.. ama o ses her şekilde dinlemeye değer.. :)))

kültür-sanat


............................................ve geliyor.. Nişantaşı'nda bir süredir hummalı bir çalışma içinde olan sanat-tasarım mekanı Soda, açılışını 29 Ocak Cuma akşamı 18.00'de Atelier Ted Noten'la yapıyor..
hayal sınırlarını sürekli zorlayan, hollanda'lı mücevher tasarımcısı; ted noten'a, gerçekten bu meslek içinde olup, hayran olmamak mümkün değil.. Ted Noten, dünya gözüyle işlerini görmeyi isteyebileceğim nev-i şahsına münhasır birkaç tasarımcıdan bir tanesi... İnşaat işçiliği, akıl hastanesi hemşireliği gibi işlerle hayata atılıp daha sonra tasarım okuyan birinden beklenecek aykırı tasarım anlayışı bolca akrilik ve ironi içeriyor... zamanında; ted noten'ın , mercedes benz arabasını parçalayıp broş yapması, ölü bir fareyi inci kolyeye takıp akrilik bir kaba yerleştirmesi gibi pek çok kışkırtıcı çalışması vardır..

çağdaş mücevher sanatının, kendi deyişiyle ''hiç bir şeyden çekinmeyecek kadar meraklı olması'' gerektiğini savunan sanatçının mücevher tasarımları yanında, louis vuitton, prada gibi lüks ikon markaları kullanarak yaptığı akrilik çantalar ve bir o kadar provokatif objeler yer alır...
onun en sevdiğim düşüncelerinden biri olan ''herkez tasarım yapabilir'' mantğıyla yola çıktığı ''kendi projeni çiğne'' projesi gerçekten çok dahiyanedir.. izleyicilerinin çiğnediği sakızların kalıplarını aldıktan sonra metal döküp, katılımcıların kendi broşlarını yapmalarını sağlamıştır..
2005 yılından bu yana ''atelier ted noten'', daha büyük projelere imza atarak, iç mekan yerleştirmeleri, mücevher işleri gibi farklı kolleksiyonlar sunmaktadır.. işleri bir çok müze tarafından satın aınmış ve sergilenmektedir..

film karesi..

roman polanski'nin 1968 yapımı karısı ve doğmamış çocuğuna mal olan kült film Rosemary's Baby (rosemary'nin bebeği)..
aklımda kalanlar...
mia farrow'un etkileyici performansı..
filmin la la la la laaa.. diye başlayan ve devam eden bütün tüyleri diken diken eden krzysztof komeda'nın (mia farrow'un sesiyle) müthiş şarkısı..
merakli komsu minnie castevet rolü ile ruth gordon'ın oscar alması..
meşhur rüya sahnesi..
rosemary'nin filmin son sahnesinde siyahlar içinde bebeğine bakışı..
charles manson..
filmin en can alıcı repliği rosemary'nin " this is no dream! this is really happening!" (bu rüya değil! bu gerçekten oluyor)...
beethoven'ın ''für elise'''inin filmde belli aralıklarla duyulması..

26 Ocak 2010 Salı

the xx-xx


the xx..
bu grubu uzun zamandır yazmak istedim, hatta fashionable istanbul-ferre defilesinde aklıma koymuştum ama bir türlü yazamamıştım.. o defilede hiç çalabilecekleri aklıma gelmemişti doğrusu.. bir yandan fotoğraf çekmeye çalışıp, bir yandan defileyi izlerken; az da olsa kullandıkları o 80'lerin post-punk gruplarından ödünç alınma gitar tınıları kulağıma geldikçe defile gözüme olduğundan daha bir güzel gözükmüştü.. şu sıralar da açıkçası en çok dinlediğim albümler içinde yer alıyor.. albümün ismi de kendilerinden geliyor ''xx''... albümün açılışı ''intro'' , ismine uygun bir açılış yapıyor ve gerçekten süper.. parçalar; çocukluk arkadaşları Romy Madley Croft ve Oliver Sim’in donuk vokalleri birbirlerine karışınca ilginçleşiyor .. çok özgün , zahmetsiz bir şekilde, mekanik ritimlerle temeller oluşuyor ve oldukça minimal bir sound yakalıyorlar... ben şunu daha çok sevdim diyemiyorum..
bu arada bu hızlı çıkışı kaldıramayan klavyeci Baria Qureshi, gruptan ayrılmış... şimdilik grup, üç kişi olarak yola devam ediyor...

20 Ocak 2010 Çarşamba

kültür başkenti istanbul..1


buldukça bunları koymak istiyorum.. 2010 kültür başkenti istanbul.. açılışımız kıraç, tarkan,.... vb ile yapıldı.. dua edelim berdan mardini ile yapılmadı.. ama benim favorim apaçi hasan.. :))) şaka gibi..

19 Ocak 2010 Salı

kış sonunda geldi..

kar yağmaya başladı.. ince ince.. öyle güzel ki..
tam çalışmaya mola verdiğim an gördüm.. bir bardak kahve molası.. mis gibi kahvenin kokusu..
camın önünde şimdi çatıların beyazladığını görüyorum..
camı açıyorum..
yüzüme karlar yapışıyor..eriyor..
soğuğu hissediyorum..
içim birden titriyor..

aslında sevinmem lazım..
ama nasıl eve gideceğimi düşününce kabuslar basmaya başlıyor desem..
akşam olunca düşüneceğim onu.. yetiştirmem gereken işler var..

ne okuyorum..

daha önce ismini çok duymuş, fazlaca niyetlenmiş ama hiç murakami okumamıştım.. yeni fırsat oldu ve bırakmadan, soluk almadan okuyorum.. murakami'ye '' sahilde kafka '' ile başladım.. biter bitmez öbür kitaplarını paul auster'ın hala alamadığım '' görünmeyen '' le birlikte sipariş verebilirim..

roman enteresan.. iki kahramanın öyküsünü paralel olarak anlatıyor.. tek sayılı bölümlerde anlatılan ilk hikaye ; Kafka Tamura’nın on beşinci yaş gününde iç sesi olan kargayı dinleyerek evden kaçmasıyla başlıyor... dünyaca ünlü bir heykeltıraş olan babasının kehanetine göre, büyüdüğünde hem babasını öldürecek hem de annesi ve ablasıyla yatacaktır.. bu durumda çaresiz, Sofokles’in kahramanı Oedipus gibi evden kaçmak tek çözümdür... çift sayılı bölümlerde ise, altmışlık Nakata’nın öyküsü anlatıyor: İkinci Dünya Savaşı sırasında, henüz dokuz yaşındayken, Nakata ve sınıfındaki diğer öğrenciler, mantar toplamaya gittikleri tepede ne olduğu bilinmez bir saldırı sonucunda bayılırlar... yetişkinleri etkilemeyen ‘şey’ on altı çocuğun birkaç saat boyunca bilinçlerini yitirmelerine neden olur... aralarında sadece Nakata, birkaç hafta süren garip bir koma halinde kalır... askeri hastanede uyandığında, ne ailesini hatırlar ne de okuma yazmayı, oysa bu tuhaf olaydan önce sınıfın en akıllı öğrencisidir... Nakata’nın zihnindeki her şey silinmiş, yavaş anlayan, soyut düşünme yeteneğini kaybetmiş biri haline gelmiştir... kaybettiği düşünme yetileri yerine, kedilerle konuşabilme ve gökten yağacak balıkları önceden söyleme yeteneği geliştirmiştir... işte bunları büyük bir heyecanla okurken ne zaman kesişecek bu ikisi diye düşünürken.. şimdi kesişti.. bakalım ne olacak..

süper bir hayal gücü; kedilerin ruhlarını hapseden john walker (aynı adlı viskide ki karaktere bürünmüş aynı onun gibi giyinen ruh avcısı ) onlardan kaval yapacak..Kentucky Fried Chicken’ın ambleminde yer alan beyaz sakallı Albay Sanders’ın fahişe pazarlaması.. daha bir sürü şey.. bütün bunlar peş peşe geldiğinde bunları Sofokles’in tragedyası, Platon ve Hegel’in felsefeleri ile birleştirdiğinde ve günlük yaşamın bir parçası gibi sunduğunda o kadar farklı anlamların içine giriyorlar ki..

daha bitmedi.. bitmeden şiddetle tavsiye ediyorum.. benim gibi murakami'yi tanımakta geç kalmayın..

fashion icon:steve mcqueen..

cool kelimesinin tam karşılığı demek istiyorum..
soygun, firar filmlerinin vazgeçilmezi..
çokbaşarılı bir yarışçı, hız tutkunu.. 210 motosikletlik süper bir kolleksiyonu bulunan, ''the great escape'' filmindeki tüm sahnelerde dublör kullanmayan hatta onu kovalayan naziye dublörlük yapan sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıldızlarından..
malesef 50 yaşında kansere yenik düşmüş.. ''king of cool'' olarak bilinen yıldızın külleri, isteği üzerine pasifik okyanusu'na serpilmiştir...



1971 yapımı ''le mans'' filminden..

1968 yapımı ''the thomas crown affair'' den bir sahne..

yıl 1970.. gözlüğe dikkat..

1968 yapımı ''bullitt'' adlı filmin çekiminde.. yanındakiler; neile adams ve jacqueline bisset.. gözlükler ve kolyeye dikkat..

18 Ocak 2010 Pazartesi

hrant'ı 3. yılında anıyoruz..

fotoğraf:ahmet şık



19 ocak 2007'de kaybettik hrant'ı..

hala gözümün önünden gitmiyor görüntüsü.. duyunca inanamadım.. bu kadar korkuttu mu yazdıkları?

bu ülkenin vatandaşı olmaktan onu ve onun gibileri koruyamamaktan çok utanıyorum.. tetikçilerin kahraman gibi gösterilmesinden, onlar için şarkılar yazılıp, besteler yapılmasından utanıyorum..

ülkemi bu durumda görmek o kadar acı veriyor ki.. şovenizm gittikçe bir ağ gibi sarıyor her yeri, herkezi.. milliyetçilik kavraminin içi tamamen boşaltılıp; milliyetçilik ayağına, diğer milletleri, farklı düşünceleri,ırkları diskrimine etmenin hakkını kime verebilir.. birlikte yaşadığımız topraklar kimindir?.. düşünüyorum.. içinden çıkamıyorum.. üzülüyorum..

camera obscura


camera obscura, şu dönem gerçekten çok sevdiğim ve bol bol dinlediğim bir grup.. bence iskoçya'dan çıkan en güzel gruplardan bir tanesi.. aslında eskice bir grup; 96 yılında, bir grup olsak mı yoksa böyle amatör amatör iyimiyiz diye başlamışlar.. ama benim keşfim çok yenilere gelir.. özellikle tracyanne campbell bence dünya üzerindeki en iyi bayan vokallerden birisi ve inanılmaz etkileyici bir sesi var.. ilk single'ı 98 yılında çıkardılar.. son albümse ''My Maudlin Career'' 2009 çıkışlı.. belle and sebastian elemanları, grubun yakın arkadaşları.. hatta bir dönem camera obscura davulcusuz kalınca richard colburn'u bile paylaşmışlar.. bilmiyorum bu yüzden mi ama belle and sebastian'a benzetilir.. bence alakası yoktur..


dinlemek için..

12 Ocak 2010 Salı

sanırım yazı özledim..







fotoğraflar:rebecca pepperell
aslında mevsim olarak yazı çok sevmem.. bunaltıcı sıcak..yapış yapış.. klimaya yapışma isteği.. uyuyamama.. ama bu sene çok üşümediğim için bu fotoğrafları görünce üstümdeki her şey ağır gelmeye başladı.. acaba yazın o kötü sıcağı, bu fotoğraflar gibi biraz soft olabilir mi? yanında bir de bol buzlu bir margarita...

toi jamais


8 Femmes - Catherine Deneuve - Toi Jamais -
by bebepanda bu kadın nasıl bir kadındır..?

7 Ocak 2010 Perşembe

rüyalar...

bazen rüyalarda eksik kalır..
mantığınız izin vermediğinde..
balon gibi uçar giderler..
hepsi başka bir rüya..
gökyüzünde güneş yakalar.. kaçarsa..
rüyalar geri gelir mi.. gelmez mi.. ?

6 Ocak 2010 Çarşamba

güzel bir gün..












yeni yılın buradaki ilk yazısını ''güzel bir gün..'' diye başladım.. umarım bütün senenin her günü güzel bir gündü diye biter..

dün çok güzel bir gündü.. hava, insanın gözünden yaş getirircesine soğuk, gökyüzü kafanı indirme, bana bak dercesine güzeldi.. bende fotoğraf çektim.. hepsini koymadım ama bazıları bunlar işte..

iş günü neden çıktık.. yine bir proje başlangıcı.. myras yaz kolleksiyonu.. arkeoloji müzesindeydik.. orayı çook seviyorum.. süper bir bahçesi var.. sonrada ayasofya.. dün huzur günüydü yani..